Malumunuz şu son zamanlarda yeşil ve doğa üzerine pek de hoşumuza gitmeyen, zaman zaman içimizin acıdığı zamanlar geçiriyoruz. Geçirdiğimiz yaz ayları hem orman yangınları açısından kaybın çok olduğu, hem de mevcut hükümetin uyguladığı yeşil alan politikaları sebebiyle ülkemizin yeşil örtüsünün gün geçtikçe kaybolduğunu yaşadığımız dönemdi ne yazık ki. Uygulanan yanlış çevre politikaları çoktan meyvesini vermişken (HES projeleri, kuruyan dereler, göller vb.) bir de üstüne üstlük başbakanımızın çevreciler ile ilgili sarfettiği sözler de epey konuşuldu bu dönemde. Peki bu kadar çevre politikaları var olan orman dokusuna, yeşil alanlarımıza nasıl bir etkide bulundu. Basit bir örnekle açıklanabilir.
Ülkemizde 2013 senesinin 9 aylık periyodunda her gün ortalama 40'dan fazla orman yangını çıkmıştır. Bu sayı ortalama dışında tutulursa yaz aylarında gün başına 90'a kadar çıkmaktadır. Öyle ki küresel ısınma zaten yetiyorken, bir de insanoğlunun yarattığı zararı düşünürsek kaybettiğimiz ormanların insanlığa çıkardığı fatura boyumuzu fazlasıyla aşmaktadır. Neyse, çıkan orman yangınları sonucu 10 binlerce hektar ormanlık alanımız tahrip olmuştur. Gelin bundan sonra neler oluyor, süreç nasıl işliyor. Orman yangını olduktan sonra Orman Bölge Müdürlükleri bağlı bulundukları yerlerdeki işletme şeflikleri aracılığıyla yanan ağaçları keserek nerdeyse kesilen ağaçları kerestecilere satarak kendilerine sermaye çıkarmaktadırlar. Daha sonra bom boş kalan arazilere boyları 5 ila 10 cm uzunluğunda fideler dikmekte ve bunları da "yanan alanları ivedilikle ağaçlandırdık" şeklinde yüreklere su serpmeye çalışan açıklamalarla kapatmaya uğraşmaktadırlar. Ancak gelin görün ki yanan orman örtüsü kendini zaten yeniler, burada esas olan şudur, yanan orman 2 saat gibi kısa bir sürede yanarken, bu alanların yeniden yeşermesi için ortalama 7 sene geçmesi gerekmektedir. Bir de ayrıca dikilen fidelerin sulanmaması ve doğal tehlikelere karşı savunmasız bırakılması da bu sürece fire verdirmektedir.
Böylesine can yakıcı hadiseler yaşarken, ülkemizin orman dokusu azalırken, ülkemizin başbakanı canlı yayında doğa severlere şu eleştiriyi yöneltiyor. "Yol değil orman istiyoruz diyorlar, o zaman ben de diyorum ki gidin ormanda yaşayın. Yol medeniyettir, gerekirse yapılacaktır, rabbim dur diyene kadar da yapacağız. Orman zaten çok." Bu açıklamalar zaten çevre konusunda sıfırı çeken hükümetin pek de konuya bütünlemeden bile geçemediğini göstermektedir. Ülkenin başbakanı açık seçik doğayı korumaya çalışanları ötekileştirmiş, onların fikirlerini kendi çıkarları uğruna adeta görmezden gelmiştir. Öyle ki başbakanın konvoyu üzerinde ellerinde pankart taşıyan 2 kadın doğasevere polis etten duvar örmüş, hatta başbakan yazılan dövizleri görmesin diye protestocuların önüne polis aracı getirilmiştir. İlahi adalet ya, başbakana yazdıklarını gösterebilmeyi başarmışlardır bu doğasever dostlarımız. Ama denir ya, "Nato mermer Nato kafa" Ne söylesen uslanmaz demişler. Yine yaptığı konuşmasında çevreyi unutturan, üstüne hala dini siyasete alet etmeye çalışan bir başbakanımız olduğunu hatırlatır biçimde konuşmasına devam etmiştir kendisi.
Hükümetin çevre politikalarının bu şekilde yerlerde süründüğü ortada. Göstermelik Kyoto protokolü (zaten sözleşmenin sonuna gelirken imzalanmış) üzerine karbon salınımını durduramayan, hatta her sene artıran bir Türkiye Cumhuriyeti devleti hükumeti bununla da kalmamış, yemyeşil doğaya sahip nehir kenarlarına HES'ler inşa ettirerek doğayı adeta kurumaya bırakmış ve doğal hayatı bozguna uğratmıştır. Öyle ki ÇED protokolleri her defasında kadrolaşmalar sonunda geçirilen hidroelektrik santralleri projeleri, suyu korumaktan öteye gidememiş, bırakılmayan su gün geçtikçe vadileri ve doğal hayatı kurutma noktasına kadar gelmiştir. Bu yaşananlar Rize'den Antalya'ya, Kastamonu'dan Artvin'e kadar birçok coğrafyada kendisini iyice göstermiştir.
Bu kadar rezillik söz konusu iken hala çıkıp da Ergene Nehri'ni kurtarmayı hayal eden, ama ironisi kendisine özgü; Ergene Nehri'ne dökülen atık suyun miktarı her geçen gün artan ve bunu önlemeye çalışmayan bir hükümetimizin olduğu da bir gerçektir. Maalesef artık Ergene Havzası'nda hiçbir tarım ürünü yetişmemekte, yetişen tarım ürünleri de yüksek dozda toksik madde barındırmakta, halkın içme suyu kaynakları da kurumaya yüz tutmaktadır. Kurumasa da suyun kirlilik değeri had safhadadır. Böylesine gelişmeler yaşarken ve benim burada anlatamadığım nice hadiseler oluyorken kimse benden çevreyi umursamamayı, hükümeti desteklemeyi beklememelidir. Hizmet gelecekse her yönüyle gelmelidir. Alt yapının üst yapıyı belirlediği kitle toplumunda maalesef alt yapının çökmesi beni de kayıtsız bıraktırmayacaktır.
Neyse, bu kadar eleştiri kimine fazla gelir. Gelelim yerel yönetimlere. Onlar da iktidardan farklı icraatları gerçekleştirmemekte. Özellikle iktidar belediyeleri ellerindeki sermayelere güvenerek yaptıkları hizmet karşılığı çevreyi yok etme yarışına girişmekte, buna da savunma olarak ise, "gelişim ve kalkınma hızını" göstermektedirler. Oysa ki kalkınma bir taraftan inşa edip öbür taraftan yıkmak demek değildir. Bugün İstanbul'da Taksim Gezi Parkı'nda ne olduysa, yarın Maltepe Sahil'de de, Büyük Çamlıca'da da, Kuzey İstanbul Ormanları'nda da aynı senaryo oynanmakta ve bu "demokrasi" adı altında çoğunluğun elindeki karar verme yetkisinin ellerinde kalmaktadır. Yerinde görülebilecek itirazlar yine "demokrasi" altında nitelendirilmezken, hiçbir mimar mühendis odasına, halka ve kamuoyuna, sivil toplum kuruluşlarına danışılmazken, belediye meclislerinde ya da bakanlık kulislerinde birilerine peşkeş çekilirken "demokrasi ve yetki" kelimeleri ortaya dökülmektedir. Hal böyle olunca da ortaya çevre protestocuları, polisler, yıllar süren hukuki mücadeleler, yürütmey durdurma-bozma gibi yerinde olmayan şeyler çıkmaktadır.
Bu kadar anlattım ya, neresinde bunun Validebağ diyecek olursanız, inanın yukarıda anlattığım şeyler size Validebağ'ın ne olduğu ve ne oldurulması istendiği hakkında detaylı bilgiler verecektir ve neyin ne olduğu, nasıl karşısında durulması gerektiği, nasıl mücadele edileceği hakkında genel düşüncenizin oluşması için yol gösterecektir. En azından iyi niyetim böyle.
Validebağ, asıl adıyla Validebağ Korusu, 19. yüzyılda yaşayan Padişah Abdülaziz'in kız kardeşi Adile Sultan adına yaptırdığı kasrın ve etrafında bulunan ağaçlık alan ve izci evinin bulunduğu yerin genel adıdır. Cumhuriyet döneminde ulu önder Mustafa Kemal Atatürk'ün emriyle dönemim Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati Bey tarafından yaptırılan Öğretmenler Prevantoryumu ve Hastanesi' nin de içerisinde bulunduğu yerdir. Yaklaşık 354 dönümlük (35,4 hektar) bir alan olan bu koruluk içerisinde sayısız hayvan ve kuş türü, farklı çeşitlerde binlerce ağaç bulunmaktadır. Öyle ki İstanbul Anadolu yakası yerleşim yerleri içerisindeki en büyük ikinci yeşil alan olma özelliğini günümüze kadar korumuştur. Ne müstesnadırlar ki 1998 yılında bir avuç insanın tepkisi ve hareketiyle 1. derece SİT alanı ilan edilmiştir. Oluştuğu ilk günden bugüne dek birçok emektar öğretmene misafir yeri olan ve öğretmenlerin elleriyle diktikleri birçok meyve ağaçları, bugün hala ayaktalar ilerlemiş yaşlarına ve hoyrat insanlara rağmen... Sayısız yangın gördü ama yine de yenilmedi zamana ve insana. Bugün yürüdüğünde içinize oksijeni pompalayan, şehrin o kalabalık gürültüsünü biraz olsun unutturan, etrafa baktığınızda yeşilden başka hiçbir şeye izin vermeyen bir yerdir Validebağ korusu. Yazları okulların ve izci gruplarının piknik yeri olan, kışları ise kuşlara ve sincaplara ev sahipliği yapan bu güzide yerimiz, maalesef yıllara ve insanoğluna karşı sahipsiz ve güçsüz duruma getirilmek istenmektedir. Bir oldu bittiyle 2006 yılı sonbaharında Milli Eğitim Bakanlığı, mülkiyetini Üsküdar Belediyesi'ne devretmiş, maksadını ise "ödeneğim ve gücüm yok" diyerek geçiştirmiştir. Bir sabah halk uyandığında ise koruya dozerler girmiş, kamyonların hepsi peşi sıra dizilmiş, aklı sıra halkın koşma sevdasına hizmet edermişçesine kazılar ve yeni yollar açılmış, zaten tek kalan korunun da kalan kolları ve bacaklarına dikenler batırılmaya çalışılmıştır. 1.derece SİT alanı olmasına rağmen belediyenin yarattığı zalim uygulama, mahalle halkları tarafında hoş karşılanmamış, yapılan protestolar neticesinde geri adım attırılmaya zorlanmıştır. O günden bu yana ara sıra hizmet adı altında görünen belediye işçilerinden artık bugün hiç kimse gözükmemektedir. Koruyu adeta hükümetin cami merkezi sevdasına kaptırdıkları apaçık olan bu mekan, birçok insanın mücadelesiyle ve direnişiyle hala insanoğluna oksijen vermeye devam etmekte bugün.
Ancak anlatılanların arka planında ise belediye, Adile Sultan Kasrı ve Öğretmenevi restorasyonu adı altına bugün onlarca ağaca baltayı vurmakta, birçoğunu güdük bırakarak dallanmalarını engellemekte, buralara giriş ve çıkışı kapatıp insanların ne olup bittiğini görmelerine izin vermemekte, hatta ağaçlık alana cami yapmaya çalışıp buna da "cemaat istiyor" şeklinde palavralarıyla güldürmekte ve açılan davalara, yapılan protestolara karşı aldırış etmemektedirler. Açık olan şudur, korudaki ağaç varlığını azaltıp, var olan fidanların yetişmesine katkı bulundurmayıp, ve hatta koruyu bakımsız bırakarak yangına karşı savunmasız bırakıp "koru vasfını yitirdi buralara rezidans, AVM, cami gibi şeyler yapalım" lafına getirmeye çalışmaktadırlar. Ama eksik bildikleri şu vardır. Validebağ korusu yalnız değildir, ağaçlar yalnız değildir, doğa hiç yalnız değildir. Koruyanları vardır, kollayan ve neler olup bittiğini takip eden, hesap soranlar vardır. Merak edilmesin ki koruyu koru yapmaya devam edecek çalışmalarımız da vardır. İlerleyen günlerde yayınlayacağım çalışmalar ve fotoğraflarla da bu konuda ne kadar yol katedeceğimizi siz değerli okuyucular ve doğa dostlarıyla paylaşacağım.
Sevgiler.
Validebağ Gönüllüsü
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder